Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte, seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş.
Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!” Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!..” Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa, büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa, ona yaklaşmış ve sormuş, “Bu işi nasıl başardın?” diye.
O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
Hikayenin özeti şu: Gerçek mutluluk ve başarı için, evlilerden birinin sağır olması gerekir. Yani eşlerden birinin bazı şeyleri duymaması, diğer bazılarını da görmemesi gerekir. Eşlerden her birisi, her söze takılır, her hareketten rahatsızlığını açığa vurur ve olumsuz değerlendirirse çatışma kaçınılmaz olur. Eşlerin, birbirlerinde sürekli olumlu yönleri görmeleri ve dikkat nazarlarını olumlu yönlerin üzerine çekmeleri gerek. İnsanın fıtratında, olumsuzlukları büyütme ve iyilikleri unutma gibi hiç de hoş olmayan bir yön vardır. Tam tersi olursa bütün sorunlar bir bir tükenir. Bir evde yaşayan iki insandan birinin kadife ya da pamuk olması gerekir. İki fıtrat da kırılmaya hazır kıymetli kristal bardaklar gibi olursa, ilk ve küçük çarpışmalarda bile kırılmaları muhtemeldir. Ama eşlerden biri pamuk olursa ve bu durum bazı haftalarda, ay veya günlerde birbirlerine devredilirse, şiddetli çarpışmalar bile durdurulabilir. Böyle olunca da çarpışmalar yerine zamanla muhabbet ve kaynaşmalar artar.
Muhtemel kırılmalar da en az zararla atlatılır. Boş kristaller kırılmadıkları gibi bardakların içleri de zamanla, bu anlamda sevgiyle dolmaya başlar. Bundan sonra bakış açısı, hep olumlu yönleri görmek olunca, bardakların sürekli dolu tarafı görülmeye başlanmış olur. Her aile mukaddes bir şirket gibidir ve bu amaçla kurulmalıdır. Şirketler, maddi krizlerle karşılaşınca iflas etmemek için bazı çareler ararlar. Akıllı ve ileriyi gören şirket yetkilileri, böyle bir duruma düşmemek için, işi baştan sıkı tutarlar. Onun için her gün bir kriz çıkacakmış gibi davranarak bir köşeye yatırım amaçlı bir şeyler atarlar. Her ortamda değer kaybetmeyecek bazı hayatî yatırımlar yaparlar. İşte aynen aile şirketinin iştirakçileri de öyle yapmalıdır. Aile sağlam manevi temeller üzerine oturmalıdır. Maddi temeller üzerine atılan temellerin, çürük olduğu ve eninde sonunda yokluğa mahkum olacağı bilinmelidir. Ama bu arada, her aile, hayat devam ederken, karşılaşacakları muhtemel kriz anlarında can havlleriyle yanlış şeyler yapmamak için, işi baştan sıkı tutup, kıyıya–köşeye bir şeyler atmalıdırlar. Manevi değerler üzerine kurulan ailelerin birlikteliği, öte dünya buudlu olduğu için, bu dünyada maddi ve manevi bütün engellemelere ve sıkıntılara rağmen, İlahi bir nefesle, çoklarınca anlaşılmadık bir şekilde, gittikçe gelişerek bir cennet ağacı gibi büyür. Bunun, bugün toplumumuzda binlerce örneği vardır. Birçok insan fakirdir; ama yürekleri zengindir. Fakir ama başkasını düşünen, îsar (din kardeşini kendine tercih etme)... hasletini yaşatan bu aileler şu anda her yerde örnek gösterilmektedir. Bu anlamda zengin olup da gerçek saadeti yakalayamamış pek çok ailenin varlığından da haberdarız ki, bunlar, birbirlerini aldatmakta ve ortaklık (maddi birliktelik) bittikten sonra ayrılmaktadırlar.
Selam ve dua ile...
SERDAR GÜLER