Aşkı da öldürdük sonunda… Hoyratça… Gün be gün… Tıpkı havayı, suyu, yeşili, sevgiyi öldürdüğümüz gibi… Hayatımızda hiçbir şeyi planlı, programlı ve istikrarlı yapamazken, duyguları öldürme işinde gayet istikrarlı davrandık… Bir bir sildik hayatın gökkuşağı renklerini… Her yeri egzoz dumanlarının beton binalara yansıyan grisine boyadık…
Çocuklarımız, yemyeşil iki ağaca bağlanmış iplerle kurulu salıncaklarda sallanamadan büyüyor artık… “Komşu” kelimesi onlar için yabancı bir dil gibi geliyor… Ailece kahvaltı etmek mi?... Onun o leziz tadı kaldı mı ki, çalışan ailelerin bir fincan kahvede öldürdükleri sabahlarda?…
Karı-kocalar evlerinin salonunda buluşmak, birbirlerinin yüzünü görmek için randevulaşır oldular… Çünkü çalışmak zorundalar… Çalışmak ve daha büyük bir ev almak…
Bugünlerde çocuklar bakıcılarının yolunu dört gözle bekliyor, onlar gittiklerinde ağlıyorlar… “Anne” kelimesi onlar için, sabah giden-akşam gelen bir yabancı için kullanılıyor. Eskinin çocuğu için saçını süpürge eden cefakâr annelerine ise, “cahil” sıfatı yakıştırılıyor artık!
Bugünün en çok talep gören meslekleri, ruh hastalıkları branşları oldu. Neden mi? Çünkü herkes özüne o kadar yabancılaştı ki… Herkesin ruhu hasta, yaralı… Herkes, olması gerektiğini değil, olması gerektiği empoze edileni yaşamaya çırpınıyor, ruhunu kanlar içinde bırakarak… Özünü öldürüyor gün be gün… Değerlerini yitiriyor…
Ve aşk… En çok ona üzülüyorum yitirdiklerimizin içinde… Kim bilir, belki de en çok o acı çekiyor…
Günümüzde, beyaz ekranın kirli şahsiyetlerinin günlük ilişkilerine yakıştırılıyor artık, Rasul-ü Ekrem’in Hz. Hatice’de dirilttiği duygular… O basit, sığ, kirli duygulara “aşk” deniyor…
Yavaş yavaş değerini yitiriyor, bir yastıkta kocamanın kutsal himayesi… Sayılı günler kuşatıyor, bugünlerdeki “evcilik” lerin çevresini… Bir ömürlük yeminler artık yok… Bir ömürlük aşklar… Aşk bile utanıyor adının yakıştırıldığı, o kirli karelerden…
Bugün aşk gri… Bugün aşk kirli… Aşk, gün be gün yaralanıyor… Kim bilir, belki de aşk, en çok bu günlerde ölüyor…
BUGÜNÜN AŞKLARI İBRET ALSIN DİYE…
Bir gün bir derviş, bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rastlamış. Bozkırın sıcağında yorgunluktan al almış kızın yanakları...
'Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?' diye sormuş derviş.
Uzak tarlayı işaret etmiş kız:
'Sevdiğim çalışıyor orada... Ona elma götürüyorum.'
'Kaç tane' diye sormuş derviş. Kız şaşkın:
'İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?'demiş...
Ve usulca koparıvermiş derviş elindeki tespihin ipini..!
Hatice Kübra Tongar